Yapay zeka destekli sahtekarlıkları kurumsal boyuta taşıyan bir iç düşmanla savaşıyoruz. Örgütlüler. Cemaat/hemşerilik/siyasi parti networklerinde suçu küçük parçalara bölerek dağıtıyorlar. İnsanlar, dahil oldukları işin ne hukukunu ne de ahlaki değerini sorguluyor. Herkes elde edeceği maddi manevi kazancın hesabına bakıyor. Eylem ve söylemlerinden zerrece sorumluluk duymayan iftiracı zihniyet, bizler gibi "ötekileştirilen" kimliklerin sırtına basarak yükseliyor.
Tek yapmaları gereken şey içimizdeki zayıf karakterli bir-iki kişiyi kandırıp kullanmak. Bunu örtük bir devlet politikası olarak sürdürüyorlar.
Aralık 1997, Ankara Garı...
İnsanlar - annemde olduğu gibi - doğru ile yanlışı ayırt edemeyebilirler. Kurumlar bu yüzden vardır. Eğer kurumlar da insanlar gibi hataya düşen subjektif yapılara dönüşürse, toplumda telafisi imkansız hasarlar oluşur ve bunun altından kalkılamaz.
ODTÜ'de öğrenciyken trafik kazası geçirdim. Arabanın çarpmasıyla bacağım altı yerden kırıldı. Aracın ön kaportasına zarar verdiğim gerekçesiyle İsviçre Sigorta'dan öğrenci yurdumdaki adresime ceza geldi. Zira çarpan taraf Emniyetteki güç ilişkilerini ve Yargıdaki bağlantılarını kullanarak beni suçlu göstermişti. Yakın arkadaşlarım bu haksızlığa sessiz kalmayıp ODTÜ rektörüyle görüşmüşler. Bölümden arkadaşlarım ve hocalarım da bu duruma razı olmadılar. Haklı ve mağdurken beni suçlu gösterenlere karşı savunmamı rektörümüzün avukatı yaptı. Mahkeme ilk hatalı kararı düzeltti ve diğer tarafın asli kusurlu olduğuna karar verdi.
O günlere dair unutamadığım iki olay vardır:
İlki, aracıyla bana çarpan Bilkentli kızın babasının hastaneye gelerek "para talep etmeyeceğim" yazan bir kağıdı imzalatmak istemesiydi. Kendimi hiç o kadar aşağılanmış hissetmemiştim. "Ölseydin suçlu biz olurduk ama ölmedin" mealinde ruhsuz bir-iki şey daha söylemişti. Bu aşağılık tavra bir anlam verememiştim. Diğer olay trafik kazasının ilk dava duruşmasında yaşanmıştı. Kazanın nasıl gerçekleştiğini soran Hakim, lafımı bitirmemi bile beklemeden bir el hareketiyle "beş kuruş kopartamazsın" demişti. Şaşkınlıktan ve öfkeden kan beynime sıçramıştı. Yirmi yedi yıllık olaydır. Annemin bu adamlardan para alacağı ve beni yerin dibine sokacağı aklımın ucundan geçmezdi. Hastaneye gelirken Adana'daki dayımlardan, sonrasında yurtdışındaki abimden aldığı paraları da sakladı. Para ile kurduğu patolojik ilişki yaşlandıkça arttı. Buna mitomani rahatsızlığı da eklendi.
Benzer bir hadiseyi yıllar sonra eski eşimle avukat karısının başlattığı dava bombardımanlarında yaşadım. Anadolu 11.Aile'de ve 14. Asliye Ceza'nın karar duruşmasında Hakimlerin izaha muhtaç aşağılayıcı tavırlarına maruz kaldım. İtibarsızlaştırma düzeneklerinin baş aktörü olan TMSF Yozgat kontenjanından avukat eşi Nagihan Gür Altaylı, tıpkı yıllar evvelki trafik kazasında bana çarpan tarafın yaptığı gibi önce birinci dereceden yakınlarımı, ardından da Emniyet ve Yargıdaki güç ilişkilerini kullanarak soruşturma ve yargı süreçlerini manipule etti.
Yıllara uzanan kurumsal destekli saldırılarda kişilik sorunları olan annemi kullananlar, bütün aileyi hatta sülayleyi çamura yatırmaya çalışan bir düşmanlık örneği sergilediler. Başta annem ve yanlış insanların izinden giden kardeşlerim, onurum ve evladım için verdiğim uzun soluklu mücadelemde yanımda durup bana destek olacakları yerde haklı davama EN BÜYÜK GÖLGEYİ düşürdüler!
Ekstra Not: Her iki dava sürecinde babam yanımda yoktu. İlkinde cezaevindeydi. İkincisinde ise hayatta değildi. Babam birleştiriciydi, annem ayrıştırıcı. Ailemizi babamın sevgisi ayakta tutuyordu. Babam gitti aile bitti. Bizim ailenin dramı da budur.