Pazarlanabilirliğin hâkimiyetindeki bir içerik havuzu, edebiyatı ne kadar kapsayabilir?
Yeni dergiciliğin kültürel ve edebî hegemonyası
Türkiye’de dergiciliğin niteliği değişmeye başladı... Edebiyat dergilerinin birçoğunun kapandığı ya da hayatta kalmak için çaba sarf ettiği bir dönemde dergiciliğin kabuğunu değiştirmesi, yeni dergilerin türemesi ilk bakışta çok heyecan verici görünse de gelinen nokta epey bir sorun arz ediyor
Bu dergilerin bazı ortak noktaları var ve tam da bu ortaklık onları yeni bir “akım” diye nitelememize olanak tanıyor. Sayısı giderek artan bu dergilerin en büyük ortak noktası, neredeyse her şeylerinin ortak olması. Kapak tasarımlarından kâğıt kalitesine, çizimlerinden yazarlarına, yazılardaki siyasî ya da edebî göndermelerin nüanslarına kadar varan bir ortaklık söz konusu. Ama piyasa bundan pek de rahatsız görünmüyor. İnsanın olduğu her yerde bu dergileri bulabilmek mümkün. Üstelik yoğun bir ilgiden de söz edebiliriz.
Bu yoğun ilginin en temel sebebini Cem Erciyes, “Gezi sonrası güzel yazı dergileri” diyerek açıklamıştı. Gerçekten de tüketime hazır, tabiri caizse fast-food içeriğe sahip bu dergilerin, yeni dergiciliğin ayaklarını yere en sağlam bastıkları nokta, edebiyata değil kolay pazarlanabilir içeriğe yaslanıyor olması.
Pazarlanabilirliğin hâkimiyetindeki bir içerik havuzu, edebiyatı ne kadar kapsayabilir?
Semih Gümüş’ün bu soruya yanıtı epey netti. Yazılan her şeyin edebiyat olduğu anlayışına yer açılmaması gerektiğini söylemişti. Basit bir sosyal medya taramasıyla okurlarda bu algının yerleştiğini görmek mümkün. Zaten tanınmış, herkesin saygı duyduğu edebiyatçıların bu dergilerde yazması da pazarlanabilir içerik günahını affettirmiyor, tersine durumu karmaşıklaştıyor.
Şatafatlı, mesafeli arabeske dayanan bir yönsüzlük
Bu dergilerin sosyal medyayla – kendi deyişleriyle halkla – kurdukları bu kırılgan ilişki birçok kez “arabesk” diye adlandırıldı. Dergilerde yer alan içeriklerin birçoğu damardan giren, hayatın sillesini yemiş, derbeder ama gururlu hayatların (ya da öyle sunulanların) öyküsünü anlattığı için ilk bakışta kolayca “arabesk” diye tanımlanabilir. Sorun, tam da arabeskin üzerine eklenen popüler sosta başlıyor. Ancak bu dergiler, arabesk diye sunduklarını sandıkları hayata koydukları sinik mesafeyle, arabeskin tanımının dışına çıkıyor. Halkın yeni geleneklerine, mahalle kültürüne, postmoderniteye bulanmış yaşam biçimine yapılan vurgu, pazarlanabilirlikle bir araya geldiğinde iş tamamen farklı bir boyut kazanıyor. Çaya, sohbete, geniş ailelere, bir aradalığa, samimiyete, kara sevdalara dönük bir hasret durmadan dile getiriliyor. Bu özlem çoğu zaman İkinci Yeni referanslarıyla ya da yeniden yazımlarıyla kendisini gösteriyor. Bu noktadan bakıldığında, bu dergiler eski güzel günlerin peşinde koşan, yeni oluşan birçok değeri reddeden ama onlardan kopmayı da göze alamayan ikircikli bir kültürün hayalini kuranların dergileri hâline geliyor, bu formu dayatıyor. Ancak her ne kadar halk ve arabesk vurgusu yapılsa da, bu dergilerde ne bahsedilen halk halk ne de yaşandığı iddia edilen arabesk arabesk.
Öte yandan dayatılan bu form bir tür yönsüzlüğe de yol açıyor. Pek fazla bir yönü de olmayan dergilerden söz ediyoruz. Ama bunun sebebinin var olan kimlik normlarını reddederek yeni bir kimlik yaratmasından mı, kimliği bütünüyle reddetmesinden mi yoksa metinle, yazarla ve içerikle bağ kurmayı sağlayacak benliğin bölünmeden kalanından (indivisible remainder) yoksun olup olmadığını şimdilik bilemiyoruz. Belki ileride öğrenebiliriz.
Yüceltilen pek çok değer müzeleştiriliyor, camekânın arkasına, spot ışıklarının altına alınıyor.
Okura sunulan bu içerik anlayışı, okurun da algılayışını ve ilgisini değiştiriyor, yönlendiriyor. Okurun derginin içeriğine, işlenen temalara bakışı – daha doğrusu derginin okura dayattığı bakış biçimi – da turist bakışı hâline geliyor. Yansıttığını öne sürdüğü sesin sahibi olmayan, o sesi “Davulun sesi uzaktan hoş gelir” misali belirli bir mesafeden dinleyen, yaklaştıkça aslında ondaki “yabaniliği” bulacağını çok iyi bilen, tam da bu yüzden bu karşılaşmayı erişilmez bir kitsch hâline getirerek müzeleştiren bir bakışı sunuyor bu dergiler.
Yalnızca derginin okurları değil, yazarları da gittiği ve kendisinde farklı gördüğü her şeyi fotoğraflayan, her bir fotoğrafı sosyal medyada paylaşan mekanik bir özelliğe kavuşuyor bu dergilerle. Yine aynı doğrultuda ötekilerin (daha doğrusu Öteki’nin) hayatını, acılarını, keyiflerini ve yaşam tarzlarını kendine çarpık biçimde mal etmeye çalışan ama aynı zamanda da bunu radikal biçimde metalaştıran bir dergicilik anlayışından söz ediyoruz. Dergilerde dillerden düşürülmeyen o mahalle kültürü, birliktelik, samimiyet gibi kavramlar ancak metalaştığı, pazarlanabilir ve başkalarına gösterilebilir olduğu takdirde bir anlam kazanıyor.
Bu göstere göstere edebiyat yapma anlayışı da aslında okuru bir derdi olan bir yere yöneltme anlayışından uzaklaştırarak konfora yakınlaştırıyor. Okuyucu adeta bir katarsisle, bir ruh arınma ayiniyle kendisini her şeyden uzaklaştırabiliyor rahatlıkla. Sorumluluk duygusunu, sorumluluk alan bir konumu yok sayan bir anlayışa sebep oluyor. Öykünün sıfır toplamlı olduğu, risk almadığı, tek bir dilin konuşulduğu, yazarlarının “okura oynadığı,” okurun da bunları “acımasızca” talep ettiği bir yapı oluşmuş durumda. Dergi, okura “Bak, konuşan sensin” diyor, okurun yanıtı da “Evet, benim” oluyor.
Yeni dergiciliğin somut örnekleri üzerinden birçok çıkarım daha yapılabilir; hatta akademik bir çalışma bile çıkarılabilir. Şimdilik bir genel bir çerçeve çizmesi açısından bu kadarı yeterli.
["Kritik" Cem Semercioğlu / Haziran 2016 - K24]
Türkiye’de dergiciliğin niteliği değişmeye başladı... Edebiyat dergilerinin birçoğunun kapandığı ya da hayatta kalmak için çaba sarf ettiği bir dönemde dergiciliğin kabuğunu değiştirmesi, yeni dergilerin türemesi ilk bakışta çok heyecan verici görünse de gelinen nokta epey bir sorun arz ediyor
Bu dergilerin bazı ortak noktaları var ve tam da bu ortaklık onları yeni bir “akım” diye nitelememize olanak tanıyor. Sayısı giderek artan bu dergilerin en büyük ortak noktası, neredeyse her şeylerinin ortak olması. Kapak tasarımlarından kâğıt kalitesine, çizimlerinden yazarlarına, yazılardaki siyasî ya da edebî göndermelerin nüanslarına kadar varan bir ortaklık söz konusu. Ama piyasa bundan pek de rahatsız görünmüyor. İnsanın olduğu her yerde bu dergileri bulabilmek mümkün. Üstelik yoğun bir ilgiden de söz edebiliriz.
Bu yoğun ilginin en temel sebebini Cem Erciyes, “Gezi sonrası güzel yazı dergileri” diyerek açıklamıştı. Gerçekten de tüketime hazır, tabiri caizse fast-food içeriğe sahip bu dergilerin, yeni dergiciliğin ayaklarını yere en sağlam bastıkları nokta, edebiyata değil kolay pazarlanabilir içeriğe yaslanıyor olması.
Pazarlanabilirliğin hâkimiyetindeki bir içerik havuzu, edebiyatı ne kadar kapsayabilir?
Semih Gümüş’ün bu soruya yanıtı epey netti. Yazılan her şeyin edebiyat olduğu anlayışına yer açılmaması gerektiğini söylemişti. Basit bir sosyal medya taramasıyla okurlarda bu algının yerleştiğini görmek mümkün. Zaten tanınmış, herkesin saygı duyduğu edebiyatçıların bu dergilerde yazması da pazarlanabilir içerik günahını affettirmiyor, tersine durumu karmaşıklaştıyor.
Şatafatlı, mesafeli arabeske dayanan bir yönsüzlük
Bu dergilerin sosyal medyayla – kendi deyişleriyle halkla – kurdukları bu kırılgan ilişki birçok kez “arabesk” diye adlandırıldı. Dergilerde yer alan içeriklerin birçoğu damardan giren, hayatın sillesini yemiş, derbeder ama gururlu hayatların (ya da öyle sunulanların) öyküsünü anlattığı için ilk bakışta kolayca “arabesk” diye tanımlanabilir. Sorun, tam da arabeskin üzerine eklenen popüler sosta başlıyor. Ancak bu dergiler, arabesk diye sunduklarını sandıkları hayata koydukları sinik mesafeyle, arabeskin tanımının dışına çıkıyor. Halkın yeni geleneklerine, mahalle kültürüne, postmoderniteye bulanmış yaşam biçimine yapılan vurgu, pazarlanabilirlikle bir araya geldiğinde iş tamamen farklı bir boyut kazanıyor. Çaya, sohbete, geniş ailelere, bir aradalığa, samimiyete, kara sevdalara dönük bir hasret durmadan dile getiriliyor. Bu özlem çoğu zaman İkinci Yeni referanslarıyla ya da yeniden yazımlarıyla kendisini gösteriyor. Bu noktadan bakıldığında, bu dergiler eski güzel günlerin peşinde koşan, yeni oluşan birçok değeri reddeden ama onlardan kopmayı da göze alamayan ikircikli bir kültürün hayalini kuranların dergileri hâline geliyor, bu formu dayatıyor. Ancak her ne kadar halk ve arabesk vurgusu yapılsa da, bu dergilerde ne bahsedilen halk halk ne de yaşandığı iddia edilen arabesk arabesk.
Öte yandan dayatılan bu form bir tür yönsüzlüğe de yol açıyor. Pek fazla bir yönü de olmayan dergilerden söz ediyoruz. Ama bunun sebebinin var olan kimlik normlarını reddederek yeni bir kimlik yaratmasından mı, kimliği bütünüyle reddetmesinden mi yoksa metinle, yazarla ve içerikle bağ kurmayı sağlayacak benliğin bölünmeden kalanından (indivisible remainder) yoksun olup olmadığını şimdilik bilemiyoruz. Belki ileride öğrenebiliriz.
Yüceltilen pek çok değer müzeleştiriliyor, camekânın arkasına, spot ışıklarının altına alınıyor.
Okura sunulan bu içerik anlayışı, okurun da algılayışını ve ilgisini değiştiriyor, yönlendiriyor. Okurun derginin içeriğine, işlenen temalara bakışı – daha doğrusu derginin okura dayattığı bakış biçimi – da turist bakışı hâline geliyor. Yansıttığını öne sürdüğü sesin sahibi olmayan, o sesi “Davulun sesi uzaktan hoş gelir” misali belirli bir mesafeden dinleyen, yaklaştıkça aslında ondaki “yabaniliği” bulacağını çok iyi bilen, tam da bu yüzden bu karşılaşmayı erişilmez bir kitsch hâline getirerek müzeleştiren bir bakışı sunuyor bu dergiler.
Yalnızca derginin okurları değil, yazarları da gittiği ve kendisinde farklı gördüğü her şeyi fotoğraflayan, her bir fotoğrafı sosyal medyada paylaşan mekanik bir özelliğe kavuşuyor bu dergilerle. Yine aynı doğrultuda ötekilerin (daha doğrusu Öteki’nin) hayatını, acılarını, keyiflerini ve yaşam tarzlarını kendine çarpık biçimde mal etmeye çalışan ama aynı zamanda da bunu radikal biçimde metalaştıran bir dergicilik anlayışından söz ediyoruz. Dergilerde dillerden düşürülmeyen o mahalle kültürü, birliktelik, samimiyet gibi kavramlar ancak metalaştığı, pazarlanabilir ve başkalarına gösterilebilir olduğu takdirde bir anlam kazanıyor.
Bu göstere göstere edebiyat yapma anlayışı da aslında okuru bir derdi olan bir yere yöneltme anlayışından uzaklaştırarak konfora yakınlaştırıyor. Okuyucu adeta bir katarsisle, bir ruh arınma ayiniyle kendisini her şeyden uzaklaştırabiliyor rahatlıkla. Sorumluluk duygusunu, sorumluluk alan bir konumu yok sayan bir anlayışa sebep oluyor. Öykünün sıfır toplamlı olduğu, risk almadığı, tek bir dilin konuşulduğu, yazarlarının “okura oynadığı,” okurun da bunları “acımasızca” talep ettiği bir yapı oluşmuş durumda. Dergi, okura “Bak, konuşan sensin” diyor, okurun yanıtı da “Evet, benim” oluyor.
Yeni dergiciliğin somut örnekleri üzerinden birçok çıkarım daha yapılabilir; hatta akademik bir çalışma bile çıkarılabilir. Şimdilik bir genel bir çerçeve çizmesi açısından bu kadarı yeterli.
["Kritik" Cem Semercioğlu / Haziran 2016 - K24]