Neoliberalizmin İflası!- Fikret Başkaya


“Yaşamın en dolaysız hakikatini anlamak isteyen kişi, onun yabancılaşmış biçimini incelemek, bireysel varoluşu en gizli, en gözden ırak noktalarında bile belirleyen nesnel güçleri araştırmak zorundadır”.
                                                                                                                              Theodor W. Adorno



"... Kapitalizm ilk yapısal krizi 1870’lerin başında girmişti (1871) ve krizden kolonyalizm [sömürgecilik] sayesinde çıkabilmişti… Süreç: kriz-kolonyalizm-genişleme şeklinde tezahür etmişti. XX. yüzyılın başında kapitalizm yayılmasının sınırına ulaşmış bulunuyordu... Devlet müdahaleciliğinin ve Keynesciliğin kural haline geldiği, temel sloganın da daha çok devlet olduğu bir dönemde, piyasa ekonomisi şarkılarına dinleyici bulmak artık mümkün değildi… Dolayısıyla üretilecek ideolojik tezlere alıcı bulmak pek mümkün değildi… Eğer mevsim ve toprak uygun değilse, tohuma sahip olmanızın bir kıymet-i harbiyesi yoktur… Buna rağmen etkin sermaye çevreleri ideolojik karşı-saldırı için kolları sıvadılar. İdeolojik mücadelenin önemini en iyi onlar bilirdi… Egemenliğin yolu beyinlerin sömürgeleştirilmesinden geçerdi ve beyinleri sömürgeleştirmek için de ideolojik yabancılaşma gerekirdi… Artık, gönüllü kulluğa giden yol aralanabilirdi…  II. Emperyalist savaşın sona ermesiyle, ABD’de bir dizi ‘çok özel uzmanlık kuruluşu’ peydahlandı. Vakıflar, dernekler, politika üretme merkezleri [Policy Centers), araştırma merkezleri, danışmanlık kuruluşları, vb. 1990’lı yıllarda moda olan bir tabirle, Think Tanks‘lar devreye sokuldu. Bu kuruluşlar başlıca iki amaç için oluşturulmuşlardı: Marksist-komünist fikirlerin yayılmasının önünü kesmek ve Keynesçiliğin yayılmasını durdurmak. Aslında amaç, Antonio Gramsci’nin  ideolojik hegemonya dediğini gerçekleştirmekti… Söz konusu Think Tanks’ların bir bölümü ekonomik liberalizmi mayalandırma ve yayma misyonuna koşulmuşlardı. Diğerleri de liberal ideolojiyi yeni dönemin laik dini haline getirmek için seferber olmuşlardı… Fakat bunların yegane amacı ‘düşünce üretmek’ değildi… Asıl amaç, oluşturulan söylemle [ideoloji] çıkarlar ve politik eylem arasında bağ kurmaktı… Oluşturulan yeni din, artık sosyal sınıf diye bir şeyin söz konusu olmadığı, daha da ötede, toplum diye bir şeyin de mevcut olmadığı, tezini kafalara sokmak üzere harekete geçilmişti. Bilindiği gibi, neoliberalizmin ilk uygulayıcısı olan Margaret Thatcher, hep toplumun olmadığını söyledi… [There is no such thing as a society]. Aslında bayan Thatcher’in akıl yürütmesi o kadar da tutarsız sayılmazdı. Eğer sınıflar yoksa, toplum da yoktur. Öyleyse, bireyler vardır. Bireyler da bencildir. Sadece kendi dar çıkarlarının peşinde koşarlar. Pazar [piyasa] herkesin azamî yararını gerçekleştirir, ama müdahale edilmemek koşuluyla… İşte bu aşamada bilimsellik retoriği devreye giriyor. Ne üretildiği kadar, kimin tarafından üretildiği de önemli değil midir?... think tanks’ların sadece ne amaçla oluşturuldukları değil, nasıl finanse edildiğini de merak ediyorsanız, söylemle gerçek arasındaki uyumsuzluğu anlamanız kolaylaşacaktır… Bu kuruluşlar başlıca iki kaynaktan besleniyor: Birincisi sermaye tarafından yapılan bağışlardır ki, bunlar vergiden muaftır. [ Ünlü Think Tanks’lerin başında gelen The Heritage Foundation’ın25 milyon doları aşan bütçesinin %90’ı aralarında otomobil, kömür, petrol, kimya  ve tütün tekelleri de olan 600 özel şirketten geliyor…]… İkincisi de doğrudan devlet ve/veya belediyeler, vb. tarafından yapılan transferlerdir. Devlet bütçesinde önce bir vakfa veya başka bir ‘bağımsız kuruluşa’ aktarılan para, bu tür kurum veya kuruluşlar aracılığıyla da Thinks Tanks‘lara transfer ediliyor… Ekonomik liberalizm oldum-olası, sözde ‘ekonomide devlet müdahalesine karşıdır… Neoliberalizm daha da ileri giderek, bunu bir fanatizme dönüştürmüş durumda… Aslında neoliberalizm,,, Bir bütün olarak emekçi sınıflara, ezilen halklara yönelik kapsamlı bir saldırıydı. Saldırının üç sloganı da liberalizazyon [serbestleşme, sermayenin hareketini sınırlayan engelleri ortadan kaldırmak anlamında], privatization [özelleştirme, kamuya ait kaynakların, müştereklerin sermayenin yağma ve talanına sunmak almanında] ve deregülasyon [emekçi sınıflar lehine ne kadar düzenleme varsa, tasfiye etmek, sömürü ve yağmanın önünü açacak yenilerini dayatmak anlamında…]. Ve 1979- 1980’den itibaren önce İngiltere’de Margaret Thatcher, ABD’de de Ronald Reagan marifetiyle tam bir yıkım  programı olan neoliberalizm dayatılacak ve onları diğerleri izleyecekti… Türkiye’nin de acelesi vardı: Ünlü 24 Ocak Kararlarıyla [1980] Türkiye’ de neoliberalizm tirenine binecekti… Lâkin, verili sınırlı ‘demokratik’ rejim dahilinde halk düşmanı ekonomik ve sosyal programı dayatmak mümkün olmazdı: NATO’cu ordunun generalleri imdada yetişecek, 12 Eylül Amerikancı Darbeyi dayatacak,  velhasıl, koyu bir devlet terör rejimiyle, emperyalizmin ve yerli mülk sahibi sınıfların önünü sonuna kadar açacak, bu amaçla sol muhalefetin üzerinden bir ‘buldozer’ gibi geçecekti…  O kadar ki hiç bir şey unutulmayacak, hiç bir kurum ‘esirgenmeyecekti’… ‘Çocuk Esirgeme Kurumu’ da dahil… Her şey baştan sona dizayn edilecekti…  Fakat, NATO’cu 12 Eylül askeri darbesi, sadece ekonomik ve sosyal alanı yeniden şekillendirmekle yetinmeyecekti: İdeolojik alana da müdahale edilecek, resmi ideolojinin yeni ver versiyonu olan, Türk-İslam Sentezi, denilen de dayatılacaktı
Sanayi kapitalizminin yaklaşık 250 yıllık geçmişi var… bu kadarcık zamanda bir sürdürülemezlik durumu, bir uygarlık krizinin ortaya çıkmasının sebebi ne idi? Böyle bir yazıda bu soruya tatmin edici  cevap vermek mümkün değildir. Yine de iki temel nedenden söz edilebilir: Birincisi, kapitalist işletmeler vahşi bir rekabet ortamında faaliyet gösteriyorlar… Varlığını koruyabilmenin, yarışta kalabilmenin koşulu, her seferinde toplam artı-değerden daha büyük pay kapmakla mümkün… Bunun için de sermayesini büyütmesi, bu amaçla da en ileri üretim tekniklerine sahip olması gerekiyor… Başka türlü söylersek, her seferinde canlı emeği ölü emekle (makinayla) ikâme etmesi gerekiyor ki, bu işsizliğin sürekli büyümesi, üretilenin satılmasının zorlaşması demektir… Lâkin bir sorun var: Makina, robot ‘yeni-değer’, ‘fazla-değer’, ‘artı-değer’ yaratmaz… Daha önce yaratılmış makinada, robotta ‘dondurulmuş’ değeri yeni ürüne transfer eder… Dolayısıyla, her ileri aşamada sistemin kendini yeniden üretmesi zorlaşıyor…
İkincisi, kapitalizmin  kendini yeniden üretme ritmiyle, doğanın kendini yeniden üretme ritmi arasında bir uyumsuzluk var… Ve fakat, kapitalizm kendi ritmini doğaya empoze ettiğinde, dayattığında, doğanın kendini ‘yenilemesi’ sorunlu hale geliyor. Bu da ekolojik kriz, ekolojik yıkım demek… İşte bu ikisinin diyalektiği de bir ‘uygarlık krizi’ ortaya çıkarıyor…  Başka türlü söylersek, kapitalizmin kendi mantığının ve işleyişinin bir sonucu olarak, iç sınırına, ekolojik sorun, ekolojik yıkım nedeniyle de dış sınırına ulaşmış bulunuyor…
Artık, kapitalizmin insanlığa teklif edeceği bir şey yok… Eğer, insana ve doğaya saygılı başka bir uygarlığa giden yol vakitlice aralanamaz ise, insanlığın ve uygarlığı bir geleceği olmayacak… Hesap ortada olduğuna göre… " Fikret Başkaya /Özgür Üniversite yazıları
http://ozguruniversite.org/2019/05/16/neoliberalizmin-iflasi-fikret-baskaya/


Bu blogdaki popüler yayınlar

Henüz 13 Yaşındaki Berfin Demir'in İntiharı Araştırılsın!

Kürt Ulusal Marşı "Ey Reqîp"

Etnik ve mezhepsel faşizme sırtını yaslayanların bizlere verdiği mesaj